Jo, hamileliği boyunca heyecan ve mutlulukla doludur; ilk çocuğu Ruby'yi kucağına alacağı günü sabırsızlıkla bekler. Her şey yolunda gibi görünür, sağlıklı bir doğum yapar ve Ruby ailenin yeni üyesi olarak hayatlarına katılır. Ancak Ruby'nin doğumundan kısa bir süre sonra Jo, her şeyin mükemmel olmadığına dair güçlü bir hisse kapılır. İçgüdüsel olarak bir şeylerin yanlış olduğunu hissetse de, çevresindekiler onun endişelerini pek ciddiye almaz.

Jo'nun şüpheleri, zamanla gerilim dolu bir paranoyaya dönüşür. Bebeğine bakarken, evdeki her gölge, her fısıltı, her garip olay bir tehdit gibi görünmeye başlar. Ruby'yi koruma içgüdüsü giderek daha baskın hale gelir ve Jo, kocasından doktorlara, hatta en yakın arkadaşlarına kadar herkesin bir tehdit oluşturabileceğini düşünmeye başlar. Olaylar geliştikçe Jo'nun dünyası, mantığın sınırlarını zorlayan ateşli bir rüyaya dönüşür. Gerçekle hayal arasındaki çizgi bulanıklaştıkça, Jo kendisini ve Ruby'yi kimden ve neden koruması gerektiğini sorgulamaya başlar.

Jo’nun yaşadığı bu içsel kargaşa, onun anneliği, korkuları ve gerçekliğe dair algılarıyla yüzleşmesini gerektirir. Peki, Jo’nun hissettikleri sadece doğum sonrası kaygı ve stres midir, yoksa gerçekten görünmeyen bir tehlike mi onu ve Ruby'yi gözetlemektedir? Bu karanlık gerilim hikayesi, hem izleyiciyi hem de Jo’yu sürekli tetikte tutan bir yolculuğa dönüştürür.